16 Ekim 2007 Salı

Yazılmalıydı

Yazılmalıydı. Yaşamıştım, yaşanmıştı ve yaşanmamalıydı bir kez daha. Tanık olmuştuk. Belki de bilmeden. Yürürken, dolaşırken, adımlarken kentin sokaklarını; bazen bir köşebaşında, bazen bir araçta, bazen de bir kahvehanede karşılaştık onunla. Onlarla.
Bir gün yanıbaşında biri vardı. Bir başka gün bir başkası. Bir başka gün tek başınaydılar. Yalnız, düşünceli, şen, hızlı adımlı, bir yerden bir başka yere yetişmenin telaşı ile dolu. Ve umutluydular... Omo kutularında, çay paketlerinde, oyuncak ambalajlarında, klasör aralarında taşırlardı umutlarını. Umutları küçük, ince kağıtlarda rengarenk harflerle yazılmış; umutları bilimi, ışığı, bugünü getirdi bizlere.

Bazısı sevdi. Tutuldu sevgi rüzgarına. Savrulmadı. Depremler, fırtınalar, operasyonlar yaşadılar. Talan edilmek, dağıtılmak un ufak edilip yok kılınmak istendiler. Ayakta kaldılar. Geldik bu güne.
Öyle çoktular ki; sığamadılar, yer bulamadılar, tutunamadılar yurt topraklarında. Binlercesi gurbeti tanıdı. Hasreti, yokluğu, haber alamamayı anavatandan...
Öyle azdılar ki; bazen unutur olduk onları. Boyası yenilenen duvarlarda kalmadı izleri. Gazetelerde arada bir resimleri çıktı bir masa başında sıra sıra. Önemsemez olduk, unutur olduk, biter sandık onları.
Bitmediler.
Her biri ayrı bir destanı yaşadı farkına varmaksızın. Adları, namları, evleri saklı kaldı. Yaptıkları kalıcı oldu. Kazındı; belleklere. Kazındı; arşivlere. Kazındı; tarihe altın harflerle.
Demir, kömür ve şekerin üretence sarfolunduğu, sokaklarında türkülerin, albayrakların, sevgilerin dalgalandığı bir ülkeydi düşleri. Bunun için adımladılar, yürüdüler, yürüdüler, yürüdüler... Onurla, utanmadan, korkmaksızın kent sokaklarında yürüyebilmemiz hep onların mahsulü oldu.
Bilmeyenlerimiz, tanık olmayanlarımız, farkına bile varmayanlarımız vardı. O umursamadı. Onlar umursamadı. Ben umursadım... Bir şeyler borçluydum onlara. Bu belki vicdanımı rahatlatışım oldu. Bu belki Midas'ın sırrını kör kuyuya haykıran berberin kaçışı gibi, kendi başıma haykırışım... Bu belki....
...
Yazdım. Daha doğrusu, anlatmaya, dile getirmeye, kağıtlarla da olsa bölüşmeye kalkışmamdı büyük sırrımı. Tanıdıysak onları, tanıyabildiysek, tanıtmak, anlatmak zorundaydık. Bana öyle geliyor... Onlar öyle ağırbaşlıydı, öyle sıradanlıklarına inanmış, öyle mütevaziydi ki; az tanıdık, yalnızca bir kısmını anlayabildik yaşadıklarının.
Ama ben onur duydum onu tanımaktan. Sonra, sonra anlatmaktan...



Hiç yorum yok: